Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Ekim, 2018 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SÖYLEŞİ - IV

En hayırlı neslin ebedi diyara göçmesinin ardından asırlar geçti.  Nuh(as)un gemisinin çok uzağındayız;  amansız bir tufanın içinde lakin halinden bile bihaber bedenlerimiz.  Caddelerde, sokaklarda, kaldırımlarda, otobüslerde, afişlerde, reklamlarda...  nereye kaçacağını şaşırıyor gözlerimiz.  Ahir zaman bu ya, öyle cesur ki insan günahlara karşı...  Sahabenin birbirine “Allah seni affetsin” diyeceği şeylere alıştık biz.  Birbirimize kayıtsız kalmaya alıştık.  Bütün değerlerimizi yakıp yıkan adetlere, toplumu ifsad eden afetlere susmaya alıştık.  Bütün erdemler kıssalarda, kitaplarda kaldı.  Bütün faziletler kahramanlarda kaldı, kahramanlar uzaklarda... Musa(as)nın asası değmemiş denizlere. Yunus(as)u bilmiyor balıklar. Ebu Hureyre(ra)yi tanımıyor kediler. Gözü kapalı ‘O diyorsa doğrudur’ diyecek Ebu Bekir(ra)ler çıkmıyor içimizden. En hayırlı neslin ebedi diyara göçmesinin ardından asırlar geçti...

‘En sevdiğin mevsim?’

‘En sevdiğin mevsim ne?’ sorusunun beni götürdüğü yerde, mazideyim. Gerçekten böyle mi olmalı emin değilim ama bana sorulan bu soruya kendi içimde cevap ararken mevsimlere özgür irademle, objektif bir şekilde bakamadığımı hissettim. -Ki bence böyle olmalı.- Evet, soru basit; ‘en sevdiğin mevsim’. Ama insan basit değil; derdiyle, endişesiyle, merhametiyle, vicdanıyla, aklıyla... komplex bir varlık. Ve şahitliği bizim bildiğimiz beş duyu organının ötesine de uzanan şerefli yazıcılar sandığımızdan çok daha hassas. ‘En sevdiğin mevsim ne?; bir zamanlar ‘kış’ derdim, şimdi ‘kış’ demekten imtina ediyorum, hatta hayâ ediyorum. Bir zamanlar, on iki on üç yaşlarında bir çocuk kadar küçüktüm, bu soruya cevabımın ‘kış’ olduğunu düşünürdüm; bakış açım büyük oranda kendi dünyamla ilgiliydi sadece, bencil olduğumdan değil kesinlikle; dünyam küçüktü. Dünyam da dertlerim de daha küçüktü muhtemelen. Okula giderken kafama sımsıkı örtebildiğim şapkamın ve boynuma sıkı sıkı sarabildiğim atkımın...

SÖYLEŞİ - III

En hayırlı neslin ebedi diyara göçmesinin ardından asırlar geçti. Payına âhir dedikleri zaman düşenleriz biz; payına bu karanlık çağ düşenleriz. Göklerin, yerin, dağların, belki bütün yaratılmışların kaçtığı o ağır yükün cahil emanetçisi olmak bu çağda buldu bizi. En hayırlı neslin ebedi diyara göçmesinin ardından asırlar geçti. Hicret edecek Medine’miz de fethedecek Mekke’miz de yok görünürde. Ne sıddık bir dost Ebu Bekir(ra) var, ne halden anlayan bir Hatice(ra). Şu köşeyi dönüverince Allah Rasulü(sav)’nün selamını alma ihtimalimiz hiç yok; mescide gidince O’nu bulamayacağız hiçbir zaman. Değil mi? ... Ama belki de hak ettiğimiz kadardır bize verilenler, hiç düşünmüyoruz. Taşıyabildiğimiz yük başka, taşımayı düşlediğimiz yük başka... En hayırlı neslin ebedi diyara göçmesinin ardından asırlar geçti. Daha iyi bir kul olacağımızı zannettiğimiz o zaman hiçbir zaman gelmeyecek. Daha iyi bir Müslüman olacağımız şartlar hiçbir zaman oluşmayacak. Yarınlarımıza yüklediğimi...

İsraf Üzerine...

Hayatımızı her şeyin sahibi olan Rabbimizin emanetçisi olarak yaşadığımıza en çok yönetemediğimiz organlarımız, kontrol edemediğimiz reflekslerimiz, sağlığımızla imtihan olduğumuz anlarda daha da çok hissettiğimiz acziyetimiz şahit... Hiçbir şeyin mutlak meliki değilken sahibi olduğumuz zannedilen neyimiz varsa, emanetçilerini sorguya çekecek asıl sahibimiz nasıl istiyorsa öyle sarf etmeliyiz. Hal böyleyken; harcamada da, saklamada da, paylaşmada da, tüketimde de, biriktirmede de meşru ölçü bütün nimetlerin, bütün servetlerin, bütün değerlerin sahibi olan Allah’ın koyduğu ölçüdür. Oysa bize verilen, hakkını veremediğimiz, hesabının sorulacağı şuurunda olamadığımız her nimetin müsrifiyiz. Sadece gösterişli sofralarımızda, markalı giyim kuşamlarımızda, lüks yaşantılarımızda değil israf... Her anının kıymetini bilmeyip zayi ederek ömrümüzü israf ediyoruz. Dünü arayarak yahut kafamız yarına dönük yaşayarak bugünümüzü israf ediyoruz. Gün gelip bir dakikasına, bir saniyesine...

SÖYLEŞİ - II

En hayırlı neslin ebedi diyara göçmesinin ardından asırlar geçti. Bizim payımıza da böyle bir zaman, böyle bir zamanda imtihan düştü. Öyle ki, her geçen gün umutlarımızı biraz daha tüketiyor bu çağ; heyecanlarımız günden güne yitiyor, değil mi? Umutla attığımız her adım yolda kalıyor; heyecanla kurduğumuz bütün hayaller yarım... Korkarım, uğruna mücadele ettiğimiz hakiki, kutsal değerler elimizden yitip gidiyor bazen isyanlarda, bazen nisyanlarda. Bu çağ ki, her adımda ruhumuzu, duruşumuzu kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayız. Ne niyetle çıkarsak çıkalım yolun sonu aynı yere varıyor sanki. Kimileri koşa koşa gidiyor, hiç şüphesiz; kimileri dura dura, arkasına baka baka; kimileri adım adım, yavaş yavaş, korka korka... Ne çare! Bütün yollar aynı yere çıkıyor; bütün son(uç)lar aynı... Bize öyle bir zamanda imtihan düştü ki, teknoloji gelişirken, imkânlar artarken insanlık ilerlemiyor asla! İnsanlar uzaklaşıyor sadece. Özünden, ruhundan, fıtratından uzaklaşıyor... Hayretimiz yiti...

Sözleşme(m kendimle)

Ömrüme şahit kıldığım mekânlara bir yenisini daha eklerken, omuzlarıma yüklenen yeni sorumlulukla içten içe mücadele veriyor gibiyim altında ezilmemek için. Karşılaşacağım onca şeyin farkında bile değilim henüz; hikâye zannedeceğim nice hüzünlü hayat, yüz yüze geleceğim nice mahzun surat... Özgürlüğümün ve boş vaktimin olduğu zamanları özleyeceğim belki. Belki yoğunluğu, yorgunluğu hiç bilmediğim kadar bileceğim; en başından öğreneceğim. Ama ilkelerimden vazgeçmeyeceğim, önceliklerimi değiştirmeyeceğim. Belki gecesi gündüzüne eklenen hiç bitmeyen bir döngünün içinde sıkışacağım ama hayatımın içinde nice hayatlar barındırıyor olmaktan güç bulacağım. Ya üstesinden gelemez, yolda kalırsam?.. Nice hayatlara dokunmak üzere yola çıkmışken, daha yolun başında üzerime üzerime gelen korkuları bütün umduklarımı elinde tuttuğuna iman ettiğim Allah’a dayanarak yeneceğim. Yeryüzünde Allah’ın halifelerinden bir halife olduğumu bilerek ve 'Mü’min boşluk doldurandır' diyerek, nice um...

İçimden kuşlar göçtü güneye...

Coğrafyaların sahibi Allah... Yolların, sokakların... Açların, evsizlerin... Kalplerin, vicdanların, merhametlerin... Ve kalpsizlerin, vicdansızların, merhametsizlerin... Ya Kahhar! ya Allah! ya Rabb! ... İçimden yapraklar düştü hazana, kuşlar göçtü güneye... Arkasına dönüp vatanının yüzüne son kez bakanların yanından geçti; dayanamadı bakmaya. Oracığa gömdüğü evladının acısını diğer evladı için orada bırakıp yola düşenlerle kesişti yolu; dizlerinde derman bulamadı. Evladının son nefesinde “La ilahe illallah”tan başka derdi olmayan anneler gördü, dağlandı yüreği. İçimden kuşlar göçtü güneye... Yangın yeri olan yuvalarının küllerine odun taşıyanları gördü; yandı. Kırılan dallarını binbir umutla, yeniden yeniden sulamaya duranları gördü; kırıldı. Cennette yalnızca ‘ekmek’ düşleyen çocuklar gördü, kursağı tıkandı. Saramadığı yaralarla yaralandı; nice mazlum ahlar duydu, ürperdi. Zalimin kurşunu ıskaladı da mazlumun ahı ıskalamadı, bildi. Sayıları bir bir eksildi, ...