
‘En sevdiğin mevsim
ne?’ sorusunun beni götürdüğü yerde, mazideyim. Gerçekten böyle mi olmalı emin
değilim ama bana sorulan bu soruya kendi içimde cevap ararken mevsimlere özgür irademle,
objektif bir şekilde bakamadığımı hissettim. -Ki bence böyle olmalı.- Evet,
soru basit; ‘en sevdiğin mevsim’. Ama insan basit değil; derdiyle, endişesiyle,
merhametiyle, vicdanıyla, aklıyla... komplex bir varlık. Ve şahitliği bizim
bildiğimiz beş duyu organının ötesine de uzanan şerefli yazıcılar sandığımızdan
çok daha hassas.
‘En sevdiğin mevsim ne?; bir zamanlar ‘kış’ derdim, şimdi ‘kış’
demekten imtina ediyorum, hatta hayâ ediyorum. Bir zamanlar, on iki on üç yaşlarında bir çocuk kadar küçüktüm, bu
soruya cevabımın ‘kış’ olduğunu düşünürdüm; bakış açım büyük oranda kendi
dünyamla ilgiliydi sadece, bencil olduğumdan değil kesinlikle; dünyam küçüktü.
Dünyam da dertlerim de daha küçüktü muhtemelen. Okula giderken kafama sımsıkı
örtebildiğim şapkamın ve boynuma sıkı sıkı sarabildiğim atkımın mevsimi idi kış.
Nasıl sevmem? Bahçede, okulda, koridorda hatta sınıfta, başımı bu sayede
örtebiliyordum, anladınız mı şimdi? Kimseden çekinmeden, gerilmeden; o görecek
mi bu görecek mi, bir şey diyecek mi diye endişelenmeden; bakışlarla da cümlelerle
de sorgulanmadan... Ortaokuldaydım, daha kış gelmeden şapkama atkıma sarılırdım,
bahar sıcaklarına kadar da bırakmazdım; tek tel saçım, boynum, kulağım hiçbir
yerim görünmeden sarardım. İnsanlar ve toplum nezdinde kabul görmeyen başörtüme
kabul göreceği bir form kazandırmışım çocuk aklımla. Anlam veremeyenlerin
zamanlı zamansız ‘üşüyor musun?’ sorularına muhatap olmak sıkıcıydı bunda bile,
neyse ki anlamalarını beklemiyordum. Komik biraz ve bayağı da acı; trajikomik
dedikleri sanırım. Şimdi böyle durumlara gerek kalmayan, ki gereği olsa da
benim böyle sessiz sessiz/içten içe eğilip bükülmeyeceğim ortamda; cevabına asla
‘kış’ diyemediğim ve mevsimlere objektif bir şekilde bakamadığımı hissettirdiğini
de söylediğim bu soruya vereceğim cevap asgari ücretle ev geçindirmeye çalışan
bir aile babasının vereceği cevapla aynı şimdi. Daha yaz bitmeden, çocuğuna
almak istediği bir montun, bir botun parasını aydan aya denkleştirmeye çalışan
adam ne kadar sevebilir kışı? Ben de o kadar seviyorum işte. Eskimiş, yırtılmış
montunun yerine birilerinin giymedikleri arasından gelen bir eski kabana
sevinen çocuklar kadar seviniyorum kış gelince. Kampların, çadırların çocuklarının
karı sevdiği kadar seviyorum kışı. Sokakta üşüyen ama kuşlar gibi mevsimsel
olarak güneye gidemeyen göçmenler var ya... Buz kesen kaldırımlara yalın ayak basan çocuklar; zemherilerde ellerini kombiyle, şömineyle değil de nefesiyle ısıtanlar, çareyi birbirine sarılarak ısınmakta bulanlar var ya... Ben de onlar kadar bekliyorum kış
gelsin diye. Böylesi daha insaflı.
Duydum ki bilmem ne markalı, kaç yüz liralık kaz tüyü
montunu giymeyi özleyenler, kışlıklarını çıkarmaya sabırsızlananlar varmış. Dünyanın
adaletli bir yer olup olmadığı bizim merhametli olup olmadığımızın sınanması
ile ilgili oysaki. Yarın bize kalacak olan bugünkü duruşumuz olacak. Bu dünyada
sevdiğimiz, muhabbet duyduğumuz, arzuladığımız, uzak kaldığımız... her şey,
ötelerde şahitliği bizim bildiğimiz beş duyu organının ötesinde hassas olan şerefli
yazıcıların kaleminden çıkacak önümüze.
...
“Vay halimize! derler, bu nasıl kitapmış! Küçük büyük
hiçbir şey bırakmaksızın (yaptıklarımızın) hepsini sayıp dökmüş!” [Kehf Suresi - 49.ayet]
Yorumlar
Yorum Gönder