
Bazen bağırmak isterim ama soluğum yetmez. Bazen koşmak isterim ama ayaklarım gitmez. Bazen çabalarım ama sonu gelmez... Ama bilirim; isterim, yeter. Görmezden gelmem asla, sırtımı dönmem, yüzümü çevirmem. Ve asla boşveremem. Yüreğimin sayfalara sığmadığı, ahvalimi sözcüklerin almadığı, halimi kalemlerin yazamadığı o anlarda kimi zaman susar, kimi zaman da uzun cümleler kurarım inatla... Belki bütün cümleleri beyhude kuracağım; belki onca anlamsız gürültünün arasında kaybolacak cılız sesim... Ne suskunluğum ses getirecek, ne de kelimelerimin sesi işitilecek belki... Ama bilirim; bütün inişlerin ve yokuşların, bütün yolların ve sonların, bütün darların ve inşirahların sonunda kelimelerin şahitliğine muhtacım ben.
Kelimelere dökmeyip sarıp sarmalayıp sakınıp sakladığım hissiyatlarımın kıymeti de nicedir bilirim ama, yalnızca yaşamanın derdine düşmüş milyonların yüreğine değecek birkaç kelam bırakmak sükut edip bir kenara çekilmekten evlâdır.
...
Hani iman ettik; bu emaneti yüklense, bu dertle dertlense dağlar, paramparça olacaktı. Sağlam sayılırım ben, lakin belim bükülüyor yarınlarım dünlere döndükçe... Nuh(as)'un gözleriyle bakar oldum dünyaya... Kurtuluş gemisini kaçırıyor; sahte sığınaklara, yalancı tepelere sığınıyor insanlık. Hangimiz güvendeyiz ki? Üstümüze üstümüze de geliyor tufan dalgaları... Şimdi ben değilsem bir yakınım, bir tanıdığım... Boğuluyor. Yarınlarda daha da yakınlarım... Yavaş yavaş boğuluyoruz. Tufana karşı kayıtsız, vurdumduymaz kalanlarımızı bulur, yakalar bir gün elbet dalgalar...
Âlemleri, ümmetleri, nesilleri târumar eden dalgalara karşı koyma derdiyle çırpınıp duruyoruz ya... Sustuğumuz yerde bilin ki, boğulduğumuz dalgaların hırçınlığı bastırıyor sesimizi. Bu hep böyle olur; önce boğulmaya karşı koymaya çalıştığımız yerde çığlıklarımız yükselir. Sonra takatimiz kalmaz, ağzımızı dahi açamaz olup susarız çırpındığımız yerde. Ve sonra dalgaların sesi hariç bütün sesler kesilir. En son içimizin sesi bile susar, boğulup yitip gitmişizdir; ama ölü ama diri...
Kelimelere dökmeyip sarıp sarmalayıp sakınıp sakladığım hissiyatlarımın kıymeti de nicedir bilirim ama, yalnızca yaşamanın derdine düşmüş milyonların yüreğine değecek birkaç kelam bırakmak sükut edip bir kenara çekilmekten evlâdır.
...
Hani iman ettik; bu emaneti yüklense, bu dertle dertlense dağlar, paramparça olacaktı. Sağlam sayılırım ben, lakin belim bükülüyor yarınlarım dünlere döndükçe... Nuh(as)'un gözleriyle bakar oldum dünyaya... Kurtuluş gemisini kaçırıyor; sahte sığınaklara, yalancı tepelere sığınıyor insanlık. Hangimiz güvendeyiz ki? Üstümüze üstümüze de geliyor tufan dalgaları... Şimdi ben değilsem bir yakınım, bir tanıdığım... Boğuluyor. Yarınlarda daha da yakınlarım... Yavaş yavaş boğuluyoruz. Tufana karşı kayıtsız, vurdumduymaz kalanlarımızı bulur, yakalar bir gün elbet dalgalar...
Âlemleri, ümmetleri, nesilleri târumar eden dalgalara karşı koyma derdiyle çırpınıp duruyoruz ya... Sustuğumuz yerde bilin ki, boğulduğumuz dalgaların hırçınlığı bastırıyor sesimizi. Bu hep böyle olur; önce boğulmaya karşı koymaya çalıştığımız yerde çığlıklarımız yükselir. Sonra takatimiz kalmaz, ağzımızı dahi açamaz olup susarız çırpındığımız yerde. Ve sonra dalgaların sesi hariç bütün sesler kesilir. En son içimizin sesi bile susar, boğulup yitip gitmişizdir; ama ölü ama diri...
Çırpınmayı bırakıp sesimizi kestiğimizde; sesimizin kesildiği yerde önünü alamadığımız dalgalarla biter her şey... Kurtuluş sesimizde/sözümüzde...
...
Sahi... Nasıl kurtulacaktık? Ne yapıyorduk? Gemi? Nasıl?
Yorumlar
Yorum Gönder