"Henüz on dokuzunda gencecik bir fidan" dedikleri yaşı çoktan geçtik ve filizlenemedik.
Edebiyatını hep yaptık, ama hiç “Sürgünü hicret, hapsedilmesi halvet, öldürülmesi şehadet” olanlardan olamadık.
Şeyh Ahmed Yasin’in tırnağı olamadık ama sanki bizdik felçli; elleri ayakları tutmaz gibi yaşayanlardık.
Amr bin As olup Hz. Ömerce bir takdir alamadık.
Tarık Bin Ziyad olup gemileri yakamadık.
Kafkas dağlarının kartalı Şeyh Şamil gibi de olamadık.
Esaret altındaki Kudüs’e bakıp Selahaddin Eyyubice gözyaşı dökemedik, ağlayamadık.
Ebrehelere taş taşıyan Ebabil olamadık.
İbrahim’i yakmayan ateş olamadık ve ateşe su taşıyan karınca da olamadık.
Nuh’un gemisinden davet alıp kurtulanlardan olamadık.
Bir Musa asasıyla da kurtulamadık.
Musa olup Firavunların karşısına çıkamadık.
En iyi bilirken katillerin kim olduğunu ve hep maktüllerden olmuşken, hiçbir şey yapamadık.
Çok istemiştik Ebu Zerce bir yaşayışı ama adımlarımız dünyanın adamlarının adımlarıyla yarıştığından onu da yakalayamadık.
Korkarım kalabalıklara karıştık biz ve kalbimiz de karardı bu kapkaranlık dünyayla. Ve bu dünya karanlığında, bir elimize güneşi bir elimize de ayı verseler belki kendimizden geçerdik biz.
Savaşlı coğrafyalarda; coğrafyalarımızda, elinden tutmayı düşlediğimiz çocuklar bizden önce büyüdü. Bizden güzel büyüdü ve bizden önce adam oldu hepsi.
Biz eline bir kuş sapanı ve bir taş alıp korkusuzca koşuşan çocuklar kadar bile olamadık, Yahudiye Hayber’i haykıramadık.
Ve kalbimiz gözyaşlarını silmek istediğimiz Ortadoğu çocuklarının onca acı görmüş kalplerinden daha katıydı
ve yerlerde ceset olmuş bütün mazlum bedenlerden de çok daha katıydı hep…
Bir neslin kurtuluşunun bir ucundan tutmayaydı ümidimiz, beceremedik.
Söyleyemedik kimseye bu yaşamın yemek yemekten ve giyinmekten; daha iyi yemekten ve daha iyi giyinmekten ibaret olmadığını.
Sonun geleceğini ama sonsuzla birlikte geleceğini ve bu yüzden bu yaşamın gelişigüzel yaşanmaması gerektiğini öğretemedik kimseye.
Ahlaksız şarkıları türküleri susturmayı, utanmasız dizilere filmlere son vermeyi öğretemedik.
Evlerin başköşesine kurulmuş, mahremimize kadar girip bizi ruhlarımıza kadar ele geçiren televizyonları kapatıp aramıza dönmeyi öğretemedik.
Kolalar gırtlaklardan lıkır lıkır geçerken kimlerden olduğumuzu, kimlerle katil olduğumuzu ve kimlerin katili olduğumuzu bile öğretemedik.
Ve Gazze’yi öğretemedik, Felluce’yi öğretemedik, Bosna’yı öğretemedik, Kahire’yi öğretemedik, Şam’ı öğretemedik, Kudüs’ü öğretemedik…
Gazalileri, Hattabları, Kassamları, Azzamları, Kutubları, Benna’yı ve diğerlerini öğretemedik...
Derdimizi, öfkemizi, sevdamızı, kimliğimizi; hepsini unutup, rahat rahat uyuduk.
Milyonlarca insan açlık sınırındayken rahat rahat uyuduk.
Aç ve aciz bırakılan halklar bizimdi ama biz yine uyuyorduk.
Vicdanlarımız sus pus oldu. Çığlıklarımız sustu. Savurduğumuz tehditler sustu, “Tebbet yedâ!”larımız bile sustu.
Mahvetti bizi ulusal ve uluslararası dengeler, ideolojiler, piyasalar, dolarlar; bütün bu ayaklarımıza dolananlar…
Bari duadan, ümitten, kendimizden ve kendimiz gibi bildiklerimizden vazgeçmeseydik… Onlardan da vazgeçtik.
Ahdimiz, kimliğimiz, tevhidimiz, vahdetimiz; hepsi bir bir gitti elimizden.
İmanımız gitti, insanlığımız gitti. İçimizin sızısı da gitti.
Bu kadar kolay mıydı bunlar? Bu kadar kolay mıydı bu kaybediş?
Bu kadar basit miydi sevdamız? Bu kadar basit miydi her şey? Bu kadar basit miydik biz?
Yine de, her şeyin ötesinde, iki satır daha var yazılacak, Rahman ve Rahim olana yazacağım:
“İyi bir ölüm Rabbim! İyi bir ölüm…
Bir ‘hiç’ kadar olduğum ve hiçbir şey olamadığım bu dünyada tek istediğim iyi bir ölüm artık!
Bu bedende tek isteğim iyi bir ölüm!”
Yorumlar
Yorum Gönder